Sayfalar

gizli kamera

replika telefon

maca bitksi

replika telefonlar ile allah bize yeter


replika telefonlar ile allah bize yeter en güzel yazıları sizlere replika telefonlar yazdı ve replika telefonlar dediki “Gel gel.” dedi beni görünce.“Geldim.” dedim ben de yanına çömelirken.“Sen Toroslusun, ben Kaçkarlı.”“Evet.”“Aramızda Ağrılı da, Süphanlı da, Ilgazlı da, Balkarlı, Erd-yesli de vardır.”“Vardır.”“Bu çiçekler o dağlarda da yetişiyor olmalı.”“Yetişiyor elbet. Ben Toroslarda pek çoğunu gördüm.”“Ben de bunları görünce kendini Kaçkar Dağlarında hissettim.”
“O izah ‘niçin’ somsunun cevabı idi. Allah’ın bediî antika sanatlarını kendi lisanlarıyla teşhir etmek için dua ediyorlardı. Ama bu seyahat nasıl oluyor, bir bitkinin tohumu bir yerden, çok uzak olan başka yerlere nasıl giriyor, onu anlamakta zorluk çekiyorum.”
Ekibi toparlamakla vazifeli kişi muhtemelen kalkmamızı söylemek için yanımıza geldi. Konuştuğumuz husus dikkatini çekmiş olmalı ki, bir süre dinledi. Sorulan somnun sessiz kaldığımı görünce durdu.

Orada cidciî bir şeyler konuştuğumuzu gören kişiler yanımıza toplanırken o önce başını kaldırıp güneşe, ardından saatine baktı. Düşündüğü şeyi yapmakta bir an tereddüt etti ise de o saflıayı çabuk atlattı. Çantasından küçük bir Risale çıkardı ve muallâkta kalan sorunun cevabını okuyarak verdi.
“Fâtır-ı Hakîm onların manevî dualarını kabul edip -ki bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir- her tarafa uçup gidiyorlar, taifeleri namına esma-i İlâhiyeyi okutturuyorlar.
Ve bir kısmına da insana lâzım veya hoşuna gidecek güzel et veriyor, insanı ona hizmetkâr edip her tarafa ekiyor. Bazı taifelerine de, hazmolmayacak sert bir kemik üstünde hayvanlar yutacak bir et veriyor ki; hayvanlar onu çok taraflara dağıtıyorlar.
Bazılara da çengelcikleri verip; her temas edene yapışıyor, başka yerlere giderek taifesinin bayrağını dikerler, Sani-i Zül-celâl’in antika sanatını teşhir ediyorlar. Ve bir kısmına da -acı düvelek denilen nebatat gibi- saçmalı tüfek gibi bir kuvvet verir ki, vakti geldiği zaman onun meyvesi olan hıyarcık dü-r (j; şer, saçmalar gibi birkaç metre yerlere tohumcuklannı atar
zer’ eder, Fâtır-ı Zülcelâl’in zikir ve teşbihini kesretli lisanlarla söylettirmeye çalışırlar.”
Bu bizim, Alplerin zirvelerine yakın bir yerde, buzul tepelere bakarak yaptığımız ilk Risale-i Nur dersi idi. Kâinat kitabının, belki de bir daha hiç gelemeyeceğimiz o sayfasını okurken herkes, oraları dolduran mevcudatın lisan-ı hâllerine tercüman olmanın hazzı içindeydi.
O günlerde arzın değişik yerlerinde olduğu gibi Alp Dağlarında da tepelerin eteklerinden zii'velerine dogaı mevsimlerin farklılıkları yaşanıyordu. Bu yüzden de başta zîhayat olmak üzere bütün mevcudat seyrüsefer halindeydi.
İnsanların yanı sıra hayvanî ve nebatî seyyahlar da kud-ret-i İlâhî tarafından kendilerine tahsis edilen her türlü vasıtayı kullanarak gösterilen meskenlerine dogaı mevsimler, hatta yıllar sürecek yolculuklara çıkıyorlardı.
Alemde seyahat edenler yalnız onlar değildi elbet. Mütefekkirlerin tefekkür hassalarına hitap ederek hilkatlerinin
gayesini yerine getirebilmek için yetiştikleri yerlerde tenez-züh ve temaşa ehlinin yollarını gözleyen nice canlı vardı.
Onlar da hafızalarda ve hatıralarda seyahat ediyorlardı. Eskiler, uzay boşluğu olarak adlandırılan uçsuz bucaksız kâinat sahrasında dönüp duran gök cisimlerine seyyare dediklerine göre, dünya da bir seyyah değil mi idi ki zaten.
Bu kısa ders vesilesiyle hayvanlarla, bitkilerle birlikte dünya gemisinde seyahate çıktığını müşahede eden insanlar, bu hakikati bir kere daha hatırlamalarına vesile olan kişiye baktılar.
Hepsinin nazarlarında müteşekkirâne bir mana vardı. O ise bu nazarî tarassutun ve teşekkürün farkında değildi. Az önce sorduğu sorunun enkazını zihninden temizlemekle meşguldü.
“Bu izah mukni işte.”
“Konuşan Risale-i Nur olduğuna göre tabiî ikna edecek.”
“Duanın gücü neler yaptırmaz ki?”
“Allah onlara ‘revaç ve seyahate iktidar’ vermiş ki, Ona iltica eden varlık, toprağa kök salan bir bitki de olsa, nesli deryalar geçip dağlar aşarak uzak diyarlarda hayat bulabiliyor.”
“Seyahate istidadı olan ve dileği kabul edilen bitkilerin ha-reketlenişi neticesinde dünyanın her yerinde her an onlar gibi sayısız hadise vuku buluyor.”
“Bu mahşerî kaynaşmada her şey mükemmel bir nizam, intizam tahtında işlediğinden, en ufak bir aksama, karışma veya abesiyet emaresi görünmüyor.”
“Bizim bağımızda, bahçemizde veya yakın çevremizde yetişen ve özelliklerini çok iyi bildiğimiz bitkilerin tohumlan, mezkûr yollarla uzak diyarlara doğru seyahate çıkarken; oralardan da dağlarımıza, ovalarımıza, mezralarımıza benzer yolculuklar devam ediyor.”
“Bu fıtrî seyahat asırlar önce başlamış olmalı ki şubatta Çukurova’da, martta Marmara’da, nisanda Anadolu’nun pek çok yerinde açan pembe renkli soğansız çiğdemi veya lâle-i Numan namlı gelinciği mayısta Balkanlar’da, haziranda Alp-ler’in eteklerinde. Temmuzda da zirvelerinde görmek mümkün.”
“Zaten birbiri ile insicam içinde işleyen bu muntazam seyahatin neticesinde, yeryüzünde yaşanan mutantan şehrayin şenliği seyyah fıtratlı, mütefekkir mizaçlı, mütecessis insanları mesımr eden bir mevhibe-i İlâhî.”
“Ne var ki, insanların ekserisi bu sergi-i Sultanîde teşhir edilen Esma-i Hüsna’nın tecellilerinden bîhaber.”
“Bilhassa buralarda, kendisini hadiselerin fırtınalarına kaptırarak zamanın tahribatına maruz kalanlar.”
“Biz de onun için buradayız ya.”
“Onlara ne yapacağız?”
“Bediüzzaman’ın dediğini.”
“Üstad onlar için ne demiş ki?”
“Said Nursî onlar için ‘Bu dehşetli kâinatın fırtınaları ve zeval ve tahribatları içinde ve bu nihayetsiz fezada her şey ile alâkadar olan insan için hakiki teselliyi ve istinat ve istimdat noktasını yalnız Kur’ân veriyor. En ziyade kuvvetli bir surette o teselliyi ispat eden, gösteren Risale-i Nur’dur’ demiş.”
Allah Bize Yeter \ 501
“Risale-i Nuı o tecelliyi kuvvetli bir şekilde gösteriyor de-niek."
Biz onun sayesinde gördük. Şimdi de onun yardımı ile 1,oradaki insanlara göstermeye çalışıyoruz.”
‘‘Ya olmadığımız yerlerde yaşayan insanlar?..”
“Oralarda da başka kardeşlerimiz yapacak o vazifeyi.”
“Böylece bütün dünyada Kur’ân’ın bayrağının ilân edilmediği yer kalmayacak.”
“Biz Taa Türkiye’den gelerek, yerli ahalinin bile pek çıkmadığı bu dağlara çıktığımıza, Ezan-ı Muhammedîyi okuduğumuza, Kur’ân tilavet edip namaz kıldığımıza ve Risale-i ^ Nur’dan ders yaptığımıza göre. Üstadın müjdelediği o hakikat elbet gerçekleşecektir.”
“İnşallah.”
Bunları söylerden önce bahsin açılmasına vesile olan kişi kalktı yerinden. Minnettar nazarlarla ders yapan kardeşe baktıktan sonra ruhuna yeni tefekkür menfezleri açacak okuma programına geç kalmak istemiyormuş gibi kararlı adımlarla toplanma yerine doğru yürüyünce bize de onu takip etmek kaldı.
O akşam, otelin büyük salonunda verilen, Risale-i Nur’da Avrupa ve Müslüman İsevîler konulu konferansla başladı program. Tesisteki herkes iştirak ettiği ve çok som somldu-ğu için konuşma gece yarısına kadar sürdü.
İkinci gün programın sabah faslında erkekler, kadınlar ve çocuklar, kendilerine tahsis edilen salonlarda hususi okuma saatlerinde Risalelerden seçtikleri bahisleri okudular, kendi aralarında mütalâalı dersler yaptılar.
502/Allah Bize Yeter
Öğlen ve ikindi arasında verilen teneffüs zamanında ekser aileler çocuklarını da yanlarına alarak kasaba turuna çıktılar.
Biz de birkaç kişi ile birlikte kasabayı gezerken karşılaştığımız kasaba sakinleri ile selâmlaştık, kendimizi tanıtıp hâl hatır ettik.
Önceden planlamadığımız hâlde, yolumuz kasabanın en büyük kilisesinin yanından geçince ani bir kararla bahçeye girdik. Kiliseyi gezmek için etrafta izin alacak kimseyi bulamayınca ayin salonuna doğm yürüdük.
Koca bina gözümüze ilk anda çok boş, loş ve kasvetli göründü. Hissimize ağır gelen bu nahoş şartlara, saman çöpü yanığını andıran isli havasının kokusu da eklenince içeride fazla duramadık.
Çıkmak üzere iken bir odadan seslerin geldiğini duyunca, kilisenin görevlilerinin olabileceğini düşünerek odaya doğru döndük. O sırada, içeri girdiğimiz andan beri bizi bir yerden gözetlediği anlaşılan ihtiyar temizlikçi yanımıza geldi.
O bir şey sormadan arkadaşlar kilisenin papazını ziyaret etmek istediğimizi söyleyince haber vermek için içeri girdi. Biz, onun bizi içeri almasını beklerken tepeden tırnağa kadar siyah bir cübbeye bürünmüş yaşlı papaz bizi kapıda karşılayıp odasına davet etti.
İncil, ikona, Hazret-i İsa heykeli, Meryem ana heykeli, yağlıboya tablolar, masa, koltuk, sandalyeler, sehpalar, çöp sepeti, cübbe askısı, şemsiyelik, kütüphane, raflar, şamdanlar, mumlar, günlükler, tahta döşeme, ahşap tavan vs.
Odada her şey cansızdı. Çiçek, yaprak, karınca, sinek gibi canlı hiçbir şey yoktu. Papaz bile hareket etmediği zamanlar heykel gibi duruyordu. En yeni eşyanın en az yüz yıllık mazisi vardı.
Kasabanın ekser evlerinin, resmî binalannın ve tesislerin yeni olmasına nispet kilisenin eskiliği, hassaten papazın odasındaki eşyaların tarihî göılintüsü dikkat çekiciydi.
Odayı seyre daldığımızı görünce başka şeylerle meşgul olarak bizi rahat bırakan papaz, bir süre sonra yanımıza gelerek hepimize tek tek yer gösterdi. Ardından gidip yerine oturdu, arkasına yaslandı ve bize bakarak gülümsedi.
Ona aynı tavırla mukabele eden arkadaşlardan biri bizi tanıttı. Müslüman olduğumuzu söyleyip kasabaya Kur an tefsiri okuma programı için geldiğimizi, gelmişken mahallin en büyük din adamı olarak kendisini ziyaret etmek istediğimizi anlattı.
Başlangıçta söylenenleri tepkisiz bir sükûnetle dinleyen papaz, toplu hâlde günlerce Kur’ân tefsiri okuyacağımızı öğrenince heyecanlandı. Koltuğundan kalkıp aramızdaki bir sandalyeye oturdu.
Kendisini ziyaret etmemizden duyduğu memnuniyetin ifadesi olan bu hareketten sonra, böyle farklı maksat ve kudsî ibadet için kasabalarını seçmemizden çok mutlu olduğunu söyledi. Biraz oturup ilgisine teşekkür ederek ayrıldığımız zaman da bahçe kapısına kadar uğurladı.
Biz otelde gelenlere yaşadıklarımızı anlatmanın heyecanı ile beklerken çarşı gezisinden ve alışverişten dönenler heyecanla ahalinin kendilerine gösterdiği yakınlığı anlatmaya başladılar.
Söylediklerine göre bu kasabaya ilk defa böyle Müslüman bir grup gelmiş. İnsanların çoğu, ömründe ilk defa bir Müslüman gördüğünü, bazıları onlarla konuşunca Müslümanlar hakkında taşıdığı yanlış kanaatlerini tashih ettiğini anlatmış.
İliç kapanmamış. Uzun süre, sadece Cuma günlerinde cemaatle namaz kılınmış.
Türkler bu havaliye işçi olarak gelmeye başlayınca cami hareketlenmiş. Onlar hazır bir cami bulmanın sevincini yaşarken cami de her gün beş vakitte cemaatle namaz kılınarak şenlenmiş.
Yerli ahali önceleri camiye ve cemaate biraz mesafeli durmuşsa da pek karşı çıkan olmamış. Zamanla orada minareli bir caminin olmasına ve beş vakit ezan okunup cemaatle namaz kılınmasına alışmışlar.
Buralarda faaliyet gösteren Risale-i Nur Talebeleri ilk Nur derslerini bu camide yapmışlar. O dersler sayesinde cemaate, İslâm’ı doğru bir şekilde öğrenip yaşayarak yerli ahaliye örnek olma şuuru kazandırmışlar. Müslüman cemaati, Hris-tiyan halkla kaynaştırma hamlesini de, Hristiyanların kutsal saydıkları günlerde komşularını ziyaret ederek onlar başlatmış.
Onların bu örnek hareketlerini Hristiyanlar karşılıksız bırakmamışlar. Bazıları camiyi ziyarete gelmişler, ibadetlerini seyredip sohbetlerine ve derslerine iştirak etmişler. Zamanla aralarından İslâm dinini seçenler olmuş. Cami merkezli irşat faaliyetleri, bazı Almanların da iştirakiyle el’an devam ediyormuş.
Avrupa’nın ortalarında yıllar önce başlayan ve artarak devam eden bu tenevvür hareketinin serencamını dinledikten sonra imamının odasına uğradık. Onunla tanışıp görüştük, kütüphanede bulunan “Sözler”i alıp kısa bir namaz dersi yaptık.
Said Nursî’nin, yüz yıl kadar önce verdiği müjdenin gerçekleştiğini ve Araplarla Türklerin el ele vermeleri neticesin-
Allah Bize Yeter \ 509
•jn’ın bayrağının, dünyanın pek çok yerinde olduğu da ilân edildiğini görmenin mutluluğu içinde
.guralarda diğer İslâmî cemaat mensupları da var mı?” yar elbet.”
•Onlar da kendilerince hizmet ediyorlardır tabiî.”
•Ediyorlar.”
•Meselâ neler yapıyorlar?”
‘Neler yaptıklarını bizzat yerinde görelim mi?”
‘Görelim.”
‘0 hâlde sıkı tutunun, hızlanıyomz.”
İikhareketleniş, bu ifadeyi kullanan kaptandan geldi. Sonra arkada oturanlar canlandı. Bizim araba konvoyun amiral gemisi hüviyetini taşıdığı için diğer arabalara gereken işaretleri verdiler ve marşlar söyleyerek Kur’ân’ın bayrağı sayılan ifadelerle havayı da dalgalandırdılar.
“Biz Kur’ân’ın hadimleri,
Pür imanlı ve zindeyiz.
Bu yoldan dönmeyiz asla,
Peygamberin (asm) izindeyiz. ”
Hep birlikte coşku ile söylenen marşlar birbirini takip fdince yolculuğun nasıl geçtiğini pek anlamadık. Şehre girdinizde yine sessizleştik. Marşların in’ikâsı ruhumuzda
514/Allah Bize Yeter
“İslâm dinini resmen kabul eden bazı Avrupa devletleri ve ihtida ederek İslâm dinini seçen pek çok Batılı insan, o müjdenin gerçekleşme emaresi sayılabilir.”
“Beşerin aklını kaybetmesine ve maddî-manevî kıyametin kopmasına sebep olacak hadiseler de yaşanıyor.”
“Bizim vazifemiz hadiselere müspet bir nazarla bakmak.” “Yani hüsnüzan'etmek.”
“Hüsnüzan bizi hem mesuliyetten kurtarır, hem manevî güç kaynağı olur.”
Bu kanaat zihnimizi hareketlendirince sehpanın üzerindeki yiyeceklere içeceklere hiç dokunmadığımızı fark ettik. İkimiz de aynı anda çatalı aldık. O su böreğine daldırırken ben yaprak sarmasına batırdım. Ben çatalı kaldırırken o tabağa bıraktı ve bana baktı.
“Demek bütün bunları bensiz yapacaktın ha!”
Yalnız hâli, tavrı ve yüz ifadeleri değil, sözleri de sitem yüklüydü. Gelmeden önce davet etmek maksadıyla günlerce kendisini aradığımı, yakınlarına sorduğumu, onun için asıl benim kendisine sitem etmem gerektiğini hatırlattım.
O jest ve mimikleri ile bana hak verdiğini ifade ederken ben buradan Avusturya, Fransa, İsviçre, Hollanda, Belçika, Danimarka, Finlandiya gibi ülkelere gideceğimi, kendisinin de gelebileceğini söyleyerek Türkiye’de yapamadığım daveti Almanya’da yaptım.
O da, İslâm’ın şahs-ı manevîsinin teşekkülü hususunda, intisap ettiği tarikat ve yakınlık duyduğu cemaatler hakkmda daha iyi müşahedelerde bulunabilmek için yalnız geldiğini, böyle hareket etmesinin bazı sıkıntılar doğursa da pek çok cihetle isabetli olduğunu anlattı.
Allah BizeYeter\5l5
3öylediklerinde, davetime icabet edip etmeyeceğine dair
^.|.j,eyan bulamayınca tek başına seyahat etmekten biraz sı-^^ijığını anladım. Israr etmekten ziyade davetimin saminıi ^ılduğunu göstermek için bir daha hatırlattım.
O ülkelere gitmeye neden ihtiyaç duyduğumu sorunca, dünyanın başka yerlerinde Risale-i Nurları tanıya insanların, gediüzzaman’ın yaşadığı beldeleri görmek için Türkiye’ye geldiklerini, ben de Risalelerin intişar ettiği yerleri görmek maksadıyla oralara gitmek istediğimi söyleyince biraz düşündü.
Hareketlerinden, bu seyahat sırasında bazı nahoş muamelelerle muhatap olduğu belli idi. Benzer şeyler yaşamak istemediğinden, o ülkelerde nasıl insanlarla karşılaşacağımızı sordu.
Anadolu’daki gibi insanlarla karşılaşacağımızı söylediğim hâlde tereddüdünün izale olmadığını görünce Sabri’nin Be-diüzzaman’a yazdığı mektubunda, Nur Talebelerinde gördüğü farklılığı anlatan ifadelerini hatırladım.
“Müsaade-i fazılâneleriyle bir maruzatım daha var. Fakat bu cihette, şahsımı istisna ederek mamzatımı arz edeceğim. Bendeniz, Nurların müştak müşterilerinde, daha doğrusu yanık talebelerinde bir tevafuk-i fevkalâde görtıyorum.
Çünkü enaniyet ve nefsaniyetin şiddetle hükümferma olduğu şu asırda, hepsinin derece-i ihtiyaç ve iştiyakı bir, kâf-fesinin ahlâk ve etvarı bir, umumunun tarz-ı telakkisi bir ve yekdiğerine karşı kardeş, baba ve anadan daha kavi bir ra-bıta-i hakikiye ile merbut, samimiyet ve hakikatperverlikle, âdeta yekdiğerine müsabaka eder derecede ciddî ve halis, kardeşlikte takip ettikleri hat ve hareket bir ve daha pek ziyade birbirine benzeyen Tullâb-ı Nuraniyenin bu harika hâllerini de ayrıca bir tevafukat-ı gaybiye sırasında görüyorum.
50LIİ
KOTÎİPHANtijİ MODüRIUĞÜ
516/Allah Bize Yeter
83817
Zira İstanbul’dan, İzmir’den, Aydın’dan, Kütahya’dan, İsparta’dan, Eğirdir’den ilh. Muhtelif beldelerden seçilip, her sıfata mukayyet bulunan talebelerin aynı hassalara haiz olmaları, calib-i nazar-ı dikkat olsa gerektir zannederim Efendim Hazretleri.”
Sabri’nin mektubunda yazdığı bu ifadeleri nakledince arkadaşım gülümsedi. Orada geçen şehirlerin yanına artık Almanya, İngiltere, Fransa, İtalya, İsveç, Norveç, Finlandiya, Hollanda, Avusturya gibi Avaıpa devletlerini de eklememiz gerektiğini hatırlattı.
Bunun üzerine ben de sadece onların yetmeyeceğini hepsinde yüzlerce Nur Talebesi olması hasebiyle Amerika’yı, Afrika’yı, Asya’yı, Hindistan’ı, Pakistan’ı, Rusya’yı, Japonya’yı, Çin’i, Endonezya’yı, Filipinler’i, Azerbaycan’ı, Avustralya’yı ve diğer dünya devletlerini de ilave edebileceğimizi söyledim.
Değişik kıtaya, ülkeye, ırka, soya sopa mensup olmalan-nın ve farklı lisanlar konuşmalarının yanı sıra eğitim, kültür, gelir seviyelerinin, örf, âdet, gelenek farklılıklarının; meslek, meşrep, makam, mevki, unvan, rütbe çeşitliliklerinin de onlarda bir farklılık meydana getirmediğini. Nur Talebesi sıfatını diğer değerlerinin üzerinde tuttuklarını ekledim.
Arkadaşım bunları dinledikten sonra Said Nursî’nin talebelerine, zaman ve mekân üstü, müstesna bir kimlik kazandırıp kardeşlik şuuru aşıladığını, değişen şartların, geçen zamanın onların özelliklerini değiştirmediğini, bu hususun sadece Nur Talebelerine has bir haslet olduğunu, kendisinin de buna hayran kaldığını ifade etti.
Hayranlık ifadesinin, seyahat davetimin kabulü manasına geldiğini söyleyince gülümsedi. Ben de kendisini fasılalarla..replika telefonlar sundu..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder