Sayfalar

gizli kamera

replika telefon

maca bitksi

replika telefon,ndan islam bilgisi9

 replika telefon


 replika telefon,ndan islam bilgisi9 bugün replika telefon sizin icin islam bilgilerini paylasıyor
 replika telefon elinden gelen gayreti gösteryor sizinde replika telefon nun yazdıgı yazıları okumanızı istiyoruz replika telefon diyorki Eve dönerken sıcak bir kahve içmek için münâsib bir yer aradım. Caddeden aşağı doğru inerken aklımda yalnız Kur’ân-ı kerîm, müslimânlık ve Allah vardı. Nereye gitdiğimin farkında değildim. Birdenbire ayaklarım kendiliğinden durdu. Başımı kaldırınca, kırmızı tuğladan yapılmış bir binânın önünde olduğumu gördüm. Bacaklarım kendiliğinden beni buraya kadar getirmişdi. Binanın üzerindeki levhaya bakdım; Burası Avustralyadaki câmi idiKendi kendime: “Cenâb-ı Hak, seni doğru yola koydu ve sana ne yapman gerekdiğini bildirdi. Sen müslimânlığı tanıdın. Allah seni câmi’in kapısı önüne kadar getirdi. Hemen içeri gir ve bu dîni kabul et” dedim, içeri girdim ve müslimân oldum.
O zemâna kadar bir tek müslimân tanımamışdım. Islâmiyyeti kendi kendime buldum ve kabûl etdim. Kimse bana bu husûsda rehberlik etmedi. Benim rehberim yalnız sağduyum oldu.
Bundan yaklaşık 25 sene evvel Burmada bulunurken, her gün nehrde Sampan (Çinli Kayığı) ile gezme yapardım. Benim sampa-nımın kürekçisi Doğu PakistanlI Şeyh Alî isminde bir müslimândı. Müslimânlığın emretdiği bütün din görevlerini büsük bir titizlikle yerine getirirdi. Onun hiç bir zemân vaktini geçirmeden büyük bir saygı ile ibâdet etmesini hem takdirle karşılar ve beğenir, hem de müslimânlığın ne olduğunu merak ederdim. Böyle basit bir inşânı, bu kadar büyük saygı ve inanç altında tutabilen müsli-mânlığın içyüzünü incelemeğe karar verdim. Etrafımızda bulunan insanların çoğu. Burma budistleri idi. Onlar da, dinlerine son derecede bağlıydılar. Sanıyorum ki. Burmanın bütün insanları dünyâda en dindâr kimselerdir. Fekat budistlerin ibâdet tarzında göze çarpan birçok eksiklikler vardı. Budistler, Pagoda adını alan tapınaklarında toplanıyor ve aşağıdaki sözleri durmadan tekrarlıyorlardı:

‘‘Buda - karana - Gaçkami - Dama - karana - Gaçkamı - san-ga - karana - Gaçkami”
Bunun ma’nası, bana anlatdıklarına göre, “Buda, sen bize rehber ol! Sen bize kanun ol! Sen bizim rûhumuzu yücelt” den ibâretdi. Bu düa çok sâde, fekat inşânı tatmîn etmeyen, onun ruhuna hiçbir etki yapmayan birkaç sözden ibâretdi. Büyük bir yaratıcıdan hiç bahsolunmuyordu.
Hâlbuki benim müslimân kayıkçımın ibâdeti, ne kadar güzeldi! Ben bu sefer kayıkçım ile islâmiyyet üzerinde konuşmağa başladım. Onunla beraber bulunduğum sâ’atlerde, kendisine müsli-mânlık hakkında pek çok suâller sordum. Bu sâde adam, bana müslimânlık hakkında o kadar güzel, o kadar mantıkî cevâblar verdi ki, İslâm dîni hakkında yazılı kitâbları okumağa başladım. Bu kitâbları okuyunca, hazret-i Muhammedin Arabistanda, kısa zemanda neler yapmağa muvaffak olduğunu hayret ve takdîrle öğrendim. Kendime müslimân arkadaşlar edindim. Onlarla İslâm dîni üzerinde konuşmalar yapmağa başladım. O sıralarda Birinci Cihan Harbi patlak vermişdi. Bana derhal Arabistanda cebheye katılma emri verildi. Burada artık budistler yokdu. Etrafımı müs-limânlar çevirmişdi. Arabistan, müslimânlığın ilk doğduğu yer, Arablar, ilk müslimânlardı. Cenâb-ı Hakkın kitâbı olan Kur’ân, Arabca olarak yayınlanmışdı. Arablarla olan temâsım, Islâmiyye-te olan ilgimi daha ziyâde ardırdı. Harb bitince, Arabca öğrenmeğe başladım. Bir yandan da, islâmiyyet hakkında yazılı olan eserleri okumağa devam ediyordum. îslâmiyyetde beni kendisine çeken en büyük husus, müslimânlarm bir tek Allaha inanışları oldu. Hâlbuki ben, hıristiyan olarak, tam üç dane tanrıya inanmak zorundaydım. Bu, bana hiç mantıkî gelmiyordu. Bunu düşündükçe, yavaş yavaş islâmiyyetin çok dahâ doğru bir din olduğunu anladım. Bir tek yaratıcıya inanan dînin doğru bir din olabileceğini kabullenmeğe başladım. Nihâyet 1932 ile 1942 arasında, Filistinde, 10 sene görev gördükden sonra, müslimân olmağa karar verdim. 1942 senesinde resmen müslimân oldum. O zemandan beri, can ve gönülden müslimânım.
Arabların “Mukaddes Şehr” adını verdikleri Kudüsde, müs-limânlığımı resmen i’lân etmişdim. O zeman, İngiliz ordusunda kurmay binbaşı idim. Müslimân olduğumu i’lân edince, başıma bir takım tadsız işler geldi. Hükümetim müslimân olmaklığımı hoş görmemişdi. Ordudan ayrılmak zorunda kaldım. Bunun üzerine, evvelâ Mısra, ondan sonra Pakistana giderek müslimân kardeşlerimle birlikde yaşamaya başladım, islâmiyyet hakkında yazılar yazdım. Bugün dünyâda 500 milyondan fazla müslimân vardır ve bunlar birbirinin kardeşidir. Müslimân olmak demek, hakîkî yaratıcıya inanmak ve ona bağlanmak demekdir. Ona bağlanmak için de. Onun büyük peygamberi Muhammed aleyhisselâmın bildirdiği şeklde olmak lâzımdır. Fekat insanlar, bu gibi emrleri, ancak Hıristiyanlığın başında, da-hâ Hıristiyanlık terterpiz iken ta’kib etmişler, sonra bırakmışlardı. Budistlerde de, aynı durumu gördüm. Eğer insanlar, bir Buda veyâ îsâ kadar temiz olabilseler, belki onların ilk gösterdiği yollardan giderek Allaha kadar varabilirdi. Ama bugün dünyâda bu kadar temiz ruhlu, yüksek ahlâklı, her şeyden seve seve elini eteğini çekebilen, fedâkâr kaç kişi vardı? Demek oluyor ki. Budanın koyduğu kurallar, normal dünyâ kurallarına uymuyordu.
İslâm dünyâsı içinde bulunduğum hâlde, diğer dinleri araşdı-rırken, İslâmî düşünmeyişim ne garibdi! Müslimânlık bir dürlü aklıma gelmemişdi. Bunun sebebi ise çok açıkdı: Müslimânlık hakkında bize verilen bilgiler, onun hakkında Avrupada yazılan eserler, bu dînin dâimâ çok yanlış, uydurma, ma’nâsız, uyuşduru-cu, yapma bir din olduğunu iddi’â ediyordu. Hele Rodwellin ter-ceme etdiği Kur’ânı okuyunca, ben de bu inanışa katıldım. Rodvvell, Kur’ânın birçok kısmlarını anlaşılmaz bir tarzda terce-me ederek, bir büyük kısmını da, bile bile bozarak, onu büsbütün başka bir şekle çevirmişdi. Hakîkati ancak Londrada “İslâm Cem’iyyeti” ile temâs edince ve doğru bir Kur’ân tercemesi okuyunca anlıyabildim. Burada, şunu büyük bir üzüntü ile söyliyeyim ki, müslimânlar bu güzel dinlerini dünyâya tanıtmak için pek az gayret sarfetmekdedirler. Eğer hakîkî islâmiyyeti dikkat ve bilgi ile bütün dünyâya yaymak için çalışırlarsa, emînim ki, çok iyi ne-tîceler alacaklardır. Orta-Doğuda hâlâ ecnebîlere karşı çekingenlik gösterilmekde, onlarla temâs ederek, onları aydınlatmak yerine, onlardan kâbil olduğu kadar uzak durmak tercîh edilmekde-dir. Bu çok hatâlı bir tutumdur. En büyük misâl, benim. Çünki, bir dürlü İslâm dîni ile ilgilenemiyordum. Bereket versin ki, bir-gün çok sayın ve kültürlü bir müslimânla tanışdım. Benimle ah-bâb oldu. Beni dikkatle dinledi. Bana bir müslimân tarafından İngilizceye çevrilmiş bir Kur’ân hediyye etdi. Sorduğum bütün sorulara çok güzel ve mantikî cevâblar verdi. 1945 senesinde beni alıp bir câmi’e götürdü. Orada hayâtımda ilk defa olarak ibâdet eden müslimânları büyük bir saygı ve ilgi ile seyretdim. Allahım, bu ne muhteşem ve yüce bir görünüşdü! İbâdet edenler her ırkdan, her milletden her sınıfdan insanlardı. Fekat hepsi Allahın huzûrunda hiç bir fark gözetmeksizin yanyana gelmiş, kendilerini temâmen Allaha adamışlardı. Zengin bir Türkün yanında çok fakîr, âdetâ bir dilenci kıyâfetinde bir Hindli bulunuyordu. Onun yanında da, bir tüccâr olduğunu sandığım bir Arab vardı.
Bunların hepsi, büyük bir saygı ile ibâdet ediyorlardı. Aralarında hiçbir fark yokdu. Onlar Türklüklerini, Hindliliklerini, Arablıklarını, zenginliklerini, fakirliklerini, mevki’lerini, rütbelerini temâmen unutmuş, kendilerini Allaha adamışlardı. Kimse, kendisini kimseden üstün görmüyor, zengin fakire küçük görerek bakmıyor, yüksek rütbeliler ötekileri yukarıdan aşağı süzmüyordu.

Ben, ancak bütün bunları gördükden sonra, aradığım dînin İslâm dîni olduğunu anladım. Şimdiye kadar bütün öteki dinleri incelediğim hâlde, hiç birisi benim üzerimde böyle etkili olmamış-dı. Fekat müslimânlığı böyle yakından görünce ve müslimânlığın esâsını öğrenince bu dîni tereddüdsüz seçdim.
Şimdi müslimân olduğum için iftihâr ediyorum. Ingilterede Üniversitede “İslâm Kültürü” derslerini ta’kib etdim ve gördüm ki, Orta Çağda Avrupa korkunç bir karanlık içinde iken, ancak İslâm nûru, bu karanlığı aydınlatmağa muvaffak olmuşdur. Birçok büyük keşfler, müslimânlar tarafından yapılmış, birçok ilm ve fen ve tıb bilgileri AvrupalIlara İslâm Üniversitelerinde öğretilmiş, birçok cihangirler İslâm dînini kabul ederek büyük devletler kurmuşlardır. Müslimânlar yalnız büyük bir medeniyyet kurmakla kalmamış, hıristiyanlar tarafından tahrîb edilen eski mede-niyyetleri de, yeniden meydana çıkarmışlardır. Benim müslimân olduğumu öğrenen arkadaşlarım, bana: “Sen şimdi gerici oldun”, dedikleri zeman, ben gülümsiyerek: “Tamâmen aksine, Miisli-mânlık gericilik değil, ileri uygarlık demekdir” diyorum ve onlara hakîkî müslimânlığı anlatıyorum. Ne yazık ki, bugün müslimânlar çok gerilemişdir. Çünki müslimânlar, kendi dinlerinin ne kadar yüksek bir din olduğunu gitdikçe unutmakdadırlar ve onu ihmâl etmekdedirler. Bunda kabâhatin bir kısmı da, hakîkî ve kültürlü, dünyâyı da iyi bilen müslimân din adamlarının çok az oluşudur.Müslimân memleketlerinde hâlâ büyük bir müsâfirseverlik bulunur. Bir müslimânın evine gidince, o sizi tanısın veyâ tanımasın, kapılarını açar ve hemen yardımınıza koşar. Çünki, İslâm dîni, başkalarına yardım etmeği emreder. Zenginin fakîre yardım etmesi, servetinin bir kısmını yoksullara vermesi, İslâm dîninin beş büyük esâsından biridir. Bu, başka hiçbir dinde yokdur. Demek oluyor ki, İslâm dîni bu asrın sosyal sistemine en uygun olan dindir. Onun içindir ki, İslâm memleketlerinde komünizme yer yokdur. Çünki İslâm dîni, bu mes’eleyi çok dahâ evvelden ve çok dahâ esâslı olarak halletmişdir.İspanyada hıristiyanların Engizisyon mahkemelerinde ne kadar haksız kararlar verdiklerini, ne gibi vahşetler yapdıklarım hatırlamanızı dilerim. Onların bu vahşetinden kaçan yehûdîleri, ancak müslimân Türkler kabûl etdiler ve onlara insan mu’âmelesi yapdı-1ar.
Hazret-i îsâ, cenab-ı Hakkın Tûr-i Sînâda (Sînâ tepesinde) hazret-i Mûsâya teblîğ etdiği evâmir-i Aşereye (On emre) itâ’at etmemizi istemişdi. Bu emrlerden birincisi şudur: “Ben senin Allahınım. Benden başka hiç bir Allaha tapmıyacaksın!” Halbuki hı-ristiyanlar, Allahı üçe çıkarmışlar, ya’nî Allahın verdiği ilk emre bile uymamışlardır. Ben daha müslimân olmadan evvel bile, üç Allaha inanmadım. Ben Allahı dâimâ tek, merhametli, afvedici, yol gösterici, bir büyük varlık olarak kabûl ediyordum. İşte beni müslimânlığa götüren en büyük neden, bu oldu. Çünki müslimân-1ar, Allahı tam benim düşündüğüm gibi kabûl ediyorlardı.
Hayatdaki yaşama tarzınız temâmi ile sizin elinizdedir. Eğer siz, bir muhâsebeci iseniz ve patronunuzun kasasından para aşırırsanız, sizi yakalar ve habse sokarlar. Kaygan bir yoldan giderken dikkat etmezseniz, yuvarlanır ve bir tarafınızı kırarsınız. Otomobilinizi çok sür’atle sürer ve bundan ötürü bir kazâ yaparsanız, bundan gene siz sorumlu olursunuz. Bütün bu kabâhatleri başkasının üstüne yüklemeğe kalkmak, büyük bir ahlâksızlıkdır. Ben insanların fenâ huylu olarak doğduklarına inanmıyorum. İnsanlar muhakkak iyi huylu olarak doğmuşdur. İnsanların ba’zılannın fenâ rûhlu olarak dünyâya geldiğini iddi’â edenler var ama, ben bunlara inanmıyorum. Bence, insanı fenâ rûhlu yapan, önce, anası babası, sonra çevresi ve sonra fenâ arkadaşlarıdır. Buna bir de kötü öğretmenleri eklemek gerekir. Çocuklar, baba ve analarının ve okuldaki öğretmenlerinin hareket ve fikrlerine çok önem verirler ve onlara benzemeğe çalışırlar. Ba’zan çocukların bilmediğim sebeblerden ötürü isyân etdikleri veyâ lüzûmsuz yere ortalığa zarar verdiği görülür. O zeman, onlara karşı tam bir uyarıcı gibi hareket etmek, onları tatlılıkla, fekat ciddiyyetle yola getirmek lâzımdır. Fekat biz çocuklarımıza fenâ örnek olursak, biz kendimiz fenâ hareketler yaparsak, onları yapdıkları hareketin doğru olmadığı husûsunda iknâ edemeyiz. Biz her dürlü kabâhati işlersek, bunların kötü şeyler olduğunu çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz? Demek oluyor ki, biz her şeyden evvel çocuklarımıza mükemmel bir nümûme olmalıyız. îcâbında onları cezâlandırabilmeliyiz. Biz tngilizlerin sporcu olduğunu bilirsiniz. Spor bizde âdetâ kutsaldır. replika telefon sizin icin sundu.





replika telefon

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder